7 Şubat 2012 Salı

Doğal Seleksiyon

Zaman, perdeleri olan göreli bir boyut olsa dahi şahsınıza yapmış olduğu kozmik bir jest ile sizin için tek ve sonsuz perdelik, pamuk şeker kıvamında bir evren’e dönüşebilir. Şahsıma yapılan son jestin güncelliği üzerinden birkaç yüzyıl olmalı, zira hatırlamıyorum. Yüzyıllar’ın ardından geliyor olması, benim için ne denli önemli olduğu konusunda doğru tahmin yürütebilme olasılığınızı; “plajda sırtınıza güneş kremi süren bir vampir” görmenizle eşdeğer bir ihtimale indirgiyor. Aldırmayın. Limonata?

Türüne daha evvel hiç rastlanılmayan canlıların yaşadığı okyanus derinliklerindeki seyir görevimden, milyonlarca kilometreye yayılan kumların kapladığı ölüm havuzlarını kullanan canlıları korumak üzere getirildiğim cankurtaran’lık pozisyonu epey can sıkıcı. Takdir edersiniz ki hiçbir ebeveyn; kumla dolu bir ölüm havuzunda oynaması ya da yüzmesi için çocuğuna izin vermez. Çöl’deki sürgünümü ve onu anlamlı kılmaya çalışan görevimi sizin gözünüzde şirin hale getirmeye çalıştığım için beni mazur görün zira ancak bu şekilde tahammül sınırlarımı genişletebiliyor ve akli dengemi koruyorum. Arada iyi şeyler olmuyor değil. Mesela, size terfi aldığımdan bahsetmiş miydim? Güneşin kavurduğu hektarlaca çorak toprağın ortasında, olmayan mahsülleri korumakla mükellef bir korkuluğum artık. Rüzgarın, tahta bir iskeletten oluşan, saman dolu bedenimi tüm hafifliğiyle günaşırı sallayışı ve sağa sola uçuşan çalı parçaları dışında hareket eden hiçbir şey yok çevremde. Bu rutine nasıl riayet edeceğim hakkına bir fikrim kalmadığı an’da zaman’ın jesti tüm gerçekliği ile galaksimi sarıyor. Daha evvel gecenin karanlığına bulanmış siyah saçları, sonsuz bir fon üzerine kondurulmuş mütevazı bir gezegen büyüklüğündeki koyu kahve rengi gözleri ve tüm bunları üzerinde barındıran evrenin estetik merkezi niteliğindeki bir yüz ile bana doğru yaklaşıyor. Çıplak ayakları ile bana doğru yürüdüğü çorak arazinin yüzeyinde fosile dönüşmüş olan mahsüller tekrar tüm canlılıkları ile gökyüzüne doğru yükseliyorlar. Aralarından geçerek bana doğru ilerlemeye devam ediyor. İşte karşımda… Yüzümde gezen eli tahtadan oluşan iskeletimi ve saman dolu bedenimi et’e, kemiğe büründürüyor. Aşina olmadığım, ritmik çarpışları göğsümde küçük titreşimler yayıyor. Ve ayaklarım, en son ne zaman kullandığımı hatırlayamadığım ayaklarımı hissedebiliyorum. Kafamı kaldırdığımda yeryüzündeki tüm kanlı savaşları bitirebilecek gülümsemesini görüyorum. Bu gülümseyişin yok olmaması için dünyayı saran tüm su tabakasını bir buluta sığdırabileceğimden eminim. Elimden tutuyor ve yürümeye başlıyoruz. Tekrar bir “insan” olarak hissetmek çok tuhaf. Üstelik kalp atışlarının dağınık ve hızlı atmasını sağlayan biri, elinizden tutarak tüm evrene yaşam saçarken. Bir an Oz Büyücü’sü olup olmadığını düşünüyorum, kim bilir… Sürgünüm sona ermiş olmalı, aksi pek mümkün değil. Ayaklarımız ıslanmaya başlıyor, daha sonra kökleri, tüm kainatını saran bir ağacın gölgesine uzanıyoruz. O’na bakıyorum; sürgünün ardından vaad edilen bir cenneti andırıyor. Çıplak ayaklarıyla basmış olduğu çorak tenimin her santimetrekaresini yağmur ormanına dönüştüren bu mistik tanrıça, tüm varlığı ile bana ait olduğunu kulaklarıma fısıldıyor. Bu, daha evvel hiç duyulmayan, evrenin boşluğunda yankılanıp duran tanrının ninnisinden olmalı…
Bahşettiği insan bedenime eşlik ediyor artık. Onunlayken, Ay’ın kraterli yüzeyini saracak bir çilek tarlası oluşturmak hiç zor değil. Üstelik tadları muhteşem, bana güvenebilirsiniz. O’nu anlamlandırmaya çalışırken seçeceğim kelimeleri bulmak epey vaktimi alabilir fakat hayatıma girmesi ile benim için durdurduğu zaman’da bunun hiçbir önemi yok. Herkesin, çevresinde dönerek değiştiği ve O’na ulaşmaya çalıştığı bir evrende böyle bir balerin’in sizin için bulunduğu Luna Park’ı terk etmesi inanın bana tanrı’nın lütfu olmaktan ziyade kozmik bir jest.
Balerin olan mistik bir tanrıça, şans opsiyonumu tekrar gözden geçirmemi sağlıyor. Birlikte girdiğimiz yatakta, soluk aldığımdan bu yana hükmetmiş olduğum Yorgan Altı Krallığı’nın, kraliçe tacı kendisine ait. Tacını çıkartıp, yorganın yüzeyine çıktığı an’larda koala’ya dönüştüğü aramızda bir sır olarak kalmalı. Bu anlar’da dalları, yaprakları ve kökleri olan bir ağaç mı yoksa kral mı olduğumu karıştırsam da durumdan ziyadesiyle hoşnut olduğumu söylemeliyim. Evcil bir koalaya sahipken ordular ve yeni ülkeler pek dikkatinizi çekmiyor. Beni izlediğini bildiğim her an, tramplenden bir bardak suya atlayan çizgi kahramanların yapacağı türden imkansız şeyleri yapabileceğimi biliyorum.
Onun için ellerimle, tahtadan oluşan yeni bir evren inşaa ediyorum. Koyu, pastel yeşil, uzun çimlerin arasından görülebilen, meyve ağaçlarıyla kaplı bir arazinin üzerinde yükselen verendalı beyaz bir ev. Bir golden, labrador ve varolan her şey ile tüm galaksileri bizim için daha anlamlı kılabilecek bir erkek ve kız çocuğunun bahçesinde yavrular ile düşe kalka oynadıkları bir bahçe… O, düşüp bir taraflarını çizmemeleri için çocuklara göz kulak olurken izlediğim an’lar, çekmiş olduğum ve tüm dallarda Oscar kazanan bir filmden çok daha değerli. İçin’de varolduğu her an, O’na dair tüm şeyler, bedenimi bir arada tutan hücreler, lifler ve kemiklerden farksız.

Kozmopolit bir şehrin, şaaşaalı bir caddesinde yanınızda yürüyüp çekirdek çitletirken, ya da sahilde içtiğiniz kutu biralardan top yapıp, futbol oynarken dahi mutlu olabilen bir kadından bahsediyorum… İskandinavya ve tüm dünyayı birlikte gezerken binlerce fotoğraf çekip, hiç tatmadığımız içkilerden içmek ve gökyüzünü kaplayan yıldızlar altında sevişmek istediğim türden bir kadın… Bir kadın? Minimal bir evren… İnşaa ettiği şehirlerin sokakları arasında gezinmek her faninin yaşayabileceği türden bir şey değil. Tuhaf, hayatımda, ifade etmek için güçlük çektiğim tüm duygu ve arzuların yegane öznesi. Ve, kafamdaki kelimeleri ne kadar bir araya getirsem de sürekli dağınık hissetmemi sağlayan bir anne…

Onun hakkında söylemeyi unuttuğum en önemli şey; “Eğer gladyatör değilseniz, emin olun evcil hayvan olarak kaplan besleyen biri ile ters düşmek istemezsiniz… “
.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder